27 Aralık 2010 Pazartesi

Çocukluk

Fazla 80'ler, fazlaca çocukluk var bu fotoğrafta..Kuzenimin odasına gizlice sızıp Cahit Sıtkı'nın kitabını okurdum suç işler gibi..an bu an, parçalar birleşiveriyor ve 30'umda Cahit Sıtkı'nın "Çocukluk"u ile tanışıyoruz. Çocukluk'a şiir yazan şair..ne güzel..Affan dedeye ben de birikmişimden versem..

Affan dedeye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var ne de adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.
Hiç bir şey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.
Bu bahar havası, bu bahçe;
Havuzda su şırıl şırıldır.
Uçurtmam bulutlardan yüce,
Zıpzıplarım pırıl pırıldır.
Ne güzel dönüyor çemberim;
Hiç bitmese horoz şekerim!

26 Aralık 2010 Pazar

İki arada bir derede Aralık’ta Bodrum


Ucuz bilet ayarlayıp Cuma akşamı biniyorsun, Pazar akşamı dönüyorsun ve sana 2 gün 1 hafta gibi geliyor, bunu 3 ayda bir yapıyorsun bişeyciğin kalmıyor..Bu arada aşağıdaki to do list’i de bitirmeden dönmüyorsun, hadi bakalım ense traşını görelim..

1- Sünger pizza’da “beyaz pizza”
2- Memedof’ta balık – meze (hesap biraz tuzluca ama kırkyılda bi geldik, battı balık yan giderciler için)
3- Gümüşlük iskelesine oturup öylece bakakalmak
4- Hergün biryerde açılan semt pazarında gezinmek (Cumartesi Turgutreis’in ki, diğer günleri de sorarak öğrenmek lazım)
5- Bodrum kalesini gezmek
6- Marina civarında (Bodrum merkez ya da Turgutreis) çay – kahve keyfi
7- Bodrum merkezin ara sokaklarında bilinçsizce yürüyerek denize ulaşmaya çalışmak
8- Bodrum’un güzel gökyüzünü fotoğraflamak
9- La Sosta Marina’da dondurma

Bu tavsiyeler Bodrum merkez – Gümüşlük ve Turgutreis için geçerli, kimbilir nerelerinde daha ne yapılacaklar var..
Bodrum’da ulaşım gayet kolay, havaalanında iniyorsunuz, Havaş’a biniyorsunuz, Bodrum otogarda inip, gideceğiniz yerin dolmuşuna biniveriyorsunuz..

Bu arada içimizde kalan Limon cafe’den de bahsediyim, İstanbul’dan methini duyduğumuz ve sitesinde kışın açık olduğu yazılı Gümüşlükte’ki gün batımı rüyamız önüne kadar yürüyüp kapalı olduğunu görünce son buldu..biz yine de girip sesisizliğin birkaç dakika keyfini çıkardık.. açık olduğundan emin olunup muhakkak gidilmeli..



Aslında konu şu ki;
Gezip görmenin yiyip içmenin yanında çemberinizden birkaç günlüğüne çıkmak neresi olursa olsun çok iyi geliyor. Bir süre sonra haftasonlarınız da otomatik portakal kıvamına geldiğinden, yeşile maviye bakıp şarj olmak, sakin ve sessiz sokaklarda bilinçsizce gezmek TV başında 5 saat oturmaktan daha çok dinlendiriyor.

Fotolar bizim çekimlerimizdir, saygılar..

Gümüşlük iskele

Bodrum iskeleden..


Beyaz ve mavi..Bodrum renkleri..

Sünger pizza

23 Aralık 2010 Perşembe

Casey Joaquin elele, hep beraber tribüne


Şimdi efenim bu zat-ı muhteremler öyle birşey yapmışlar ki şaştık kaldık..Bilenler bilir ama benim yeni haberim oldu.
Filmimizin adı “ i’m still here”..real or not real, işte bütün mesele burda..gerçek bir proje, süper bir kurgu..Casey’nin ilk yönetmenliğine de bu yakışırdı..fazla anlatmıyım işin sihri kaçmasın..bulun, izleyin.

P.S: Meğer bizim Joaquin, River’ın kardeşiymiş..bu da beni şaşırtan başka bir ayrıntı..

8 Aralık 2010 Çarşamba

öyle geliyor..

Sanki birkaç sabahtır ortaokuldayım ve sabahları onları giyip okula gidiyorum.

2 Aralık 2010 Perşembe

John Fante

Elimden düşüremedim…ve ertesi gün “dün izlediğim film neydi? Ne seyrettim ben?” diye geçirirken aklımdan, o olduğunu hatırladım..o bir kitaptı ama film etkisi yaratmıştı..yani o kadar anlatılanlar şekillenebiliyordu..su gibi akıyor, etkiliyordu..

Bukowski’nin önsözüyle tanışmış olsak ta, John Fante ismi kaldı sadece aklımda.
“Ask the dust” Toza zor..Arturo Bandini, o ki ne kuş, ne de balık…

Öğle yemeği

Ne var di mi bunda? Var.. çok şey var..Bir anı (şapkalı a’nın gerekliliği) düşündüm geçen gün ve o an aslında bir hayatın ipucuydu..

Öğle yemeği yapıyor olmak, öğle yemeği yiyor olmak..Kendi evinizde.. ucuz pastaneler, kötü yemekhanelerde değil..Sizin mutfağınız ve öğle yemeği hazırlıyorsunuz, kendi masanıza gündüz vakti oturup sohbet ederek öğle yemeğinizi yiyorsunuz, ardından bir koşu türk kahvenizi yapıp, karşılıklı masa başı sohbeti yapıyorsunuz..

Evet yapılabilir birşey bu, haftaiçi olmasa bile haftasonu di mi? Ama öyle olmuyor işte, haftaiçi alamadığınız uykunuzu iki sabaha sığdırmaya çalıştığınız için kahvaltılarınız 11-12’yi buluyor. Öğle yemeği diye birşey olmuyor yani..

Betimleme midir her ne ise, tek bir kelimenin bir hayat stilini anlatması bu kadar cuk oturur.

Evde öğle yemeği, işte benim hayalim..

29 Kasım 2010 Pazartesi

Beni kendine güldürüyorsun

Beni cidden kendine güldürüyor, yoksa pek yüz göz olmaz halkıyla..Bayram dönüşü havaalanından Havaş’a bindik..saniyesinde mi anlarsın ben artık İstanbuldayım diye..bi stres bulutu çöküyor herkesin üzerine, hemen bir gerginlikler geliveriyor..Kardesim hepiniz yeni dönmüşşünüz bi yerlerden, ellerinizde güzelim free shop poşetleri, durun bi rehavetini çıkarın di mi..ama yokkk..İstanbul şaklatıveriyor şamarını..

Kendimi alamadım güldüm doyasıya..millet üzerindeki İstanbul etkisi beni güldürüyor..soluma döndüm, kaçmalı bu şehirden dedim, yine güldük..

24 Kasım 2010 Çarşamba

Her akşam aynı manzara

İstanbulda dolunay, trafikteki rengarenk arabalar, servisin cama yansıyan koltukları..törpüleri ömrümüzün..

13 Kasım 2010 Cumartesi

paha biçilemez..

Düşünün...gün içerisinde temel ihtiyaçlarınız dışında SADECE kendiniz için kaç tane şey yapıyorsunuz? Asıl zenginlik bu sayı arttığında var olan. Ama..hiç tanımadığınız birisi için birşey yapıyor olmak paha biçilemez..

11 Kasım 2010 Perşembe

Yine, yeni, yeniden Ankara- Eskişehir

Eski ama eskimeyen dostum çağırıp duruyordu ne zamandır, ben gelemiyorum sen gel diyordu, tamam  dedim, gelicem 29 Ekim’de..Tren sevdasıyla bilet bakmaya başladık fakat 20 gün öncesinden bütün tren biletleri tükenmişti. Otobüse kaldık biz de..

Haksızlık etmek istemem ama eski dostun hali başka..halden, bakıştan anlıyor..kocası ve kendisi gördüğüm en uyumlu, en şahsına münhasır tipler..yine beraber çok güldük, çok eğlendik, Ankara’nın hemen hemen her yerini turladık. Anıtkabir, 7. Cadde, Yüksel Caddesi, Kızılay, Tunalı Hilmi..Seviyorum Ankara’yı, -haysiyetli- sizi satmayacak arkadaş havası vardır kendisinde, en çok ta havasını severim, kuru ve kişilikli..Yahya Kemal'e katılamayacağım, İstanbul'un varoşluğundan eser yok Ankara'da..


Son günümüz olan güneşli Pazar sabahında dostlara el sallayıp, yola çıktık Eskişehir’e hızlı trenle..yurtdışındaki şehirlerarası trenlerle karşılaştırdığınızda çok temiz ve çok konforlu..Pencereden güneş yüzümü yakarken, ilk kez gördüğüm gökyüzüne bakmak beni benden aldı, indik Eskişehir’e..İlk iş Türkiye’nin ilk otomobili Devrim’i sorduk..

Tesadüf o ki hemen istasyonun yanında Tülomsaş fabrikası..Yürüme mesafesi..Devrim’i cam bir kutunun içine koymuşlar, zamanına göre cidden güzel bir araba ve hala çalışıyormuş..Benzin koymayı unutmalarından dolayı çalışmıyor damgası yese de hala capcanlıymış Devrim. Aslında bu arabadan 4 adet yapmışlar, 1’i siyah 3’ü beyaz, diğerleri hurdaya çıkıp kaybolmuş..Fabrikaya girdiğinizde size bir görevli eşlik ediyor ve Devrim’in hikayesini güzel güzel anlatıyor..


Sonrasında en sevdiğimiz şey olan ne tarafa gittiğimizi bilemeden yürümeye başladık..Kendimizi nehir kenarında bulduk, Eskişehir’in çalışkan belediye başkanı sayesinde çok gelişip güzelleştiğini duymuştuk biz de..Nehir boyunca yürüdükten ve ara sokaklardan geçtikten sonra güzel bir caminin yer aldığı ve ortasında fotoğraftaki güvercinli heykelin olduğu küçük bir meydana çıktık..Oradaki bankta yarım saat kadar oturup kemiklerimizi ısıttık..

Nefis bozalar
İlk kez gidilen yerlerde “ne yemeli” de önemli bir soru..Meşhur çiğ börek peşinde koşarken Şişman küçük ama eski olduğu belli bir bozacı farketti ve girdik içeri..Benim aram bozayla iyi olmasa da çok koyu ve cidden güzel olduğu belli bozaları Şişman mideye indirdi. Şişmanın daha önceden duyduğu Papağan’ın önünde bulduk kendimizi. İçerisi tıklım tıklım, dışarıda zar zor yer bulup afiyetle yedik çiğ börekleri..
Sonrası gondol sefası..Eskişehir’de Amstredam-Venedik havası var, renkli köprüler, gondollar, nehir kenarı insanları, küçük meydanları... Gondolda keyif yaptıktan sonra nehir kenarında büyük bir parka oturup, çekirdek çıtlayıp, çay içtik. Yine nehir boyu aylak aylak yürürken, daha önce TV’de gördüğümüz Varuna Gezgin Cafe’ye rastladık.

İstanbulda güzel dediğimiz havalı kafeleri aratmıyor. Geziler düzenleyip dünyayı geziyorlarmış hatta ben de gezmek istiyorum diye gittiğinizde -ama sadece Asya’ya- para bile koyuyorlarmış cebinize Ne kadar doğru bilemiyorum..ama hoş bir yerdi..Fotoğrafta gördüğünüz fotoğraftaki gibi de her masaya bir ülke bayrağı koyuyorlar, masa numarası gibi birşey..
biz Yunanistandık..http://www.varunagezgin.com/

Güvercinli meydan

Aslında Eskişehir’de yapılacak çok şey var..bizimki 6 saate sığanlar..Odunpazarı diye eski evlerin olduğu bir yeri varmış mesela, sonra Türk Hava Kurumu’nun bedava uçuş eğitimleri verdiği, paraşütle atlayabileceğiniz, yamaç paraşütü yapabileceğiniz eğitim tesisi, Midas ve antik kalıntıları..

Bir dahakine trenle yapacağız Ankara – Eskişehir yolculuğunu..29 Ekim güneşli ve sıcacık geçti..İyi geldi..

26 Ekim 2010 Salı

gün hırsızı, hırlısı

Bugünü çaldım..evet kendisi gribime denk geldiği için çalındı ama yine de pek bir sevdim bugünü..miskinlikte sınır tanımadım, uyudum uyudum uyandım..müzik dinledim, yedim içtim yuvarlandım:)
Geleneksel grip günleri başladı, son birkaç senedir gripler bizim evde şölen gibi..hayatımızı altüst ediyor, şişman ve benim için oldukça kuvvetli geçiyor.
ıhlamurumuz, mandalinalarımız, zencefil ve tarçınlarımız hazır..yapacak birşey yok gribiz!
resimdekiler de bizim gibi kışa direnen güzel çiçeklerim...

bi de bu çocuğa! daima:)

http://karabataq.blogspot.com/

21 Ekim 2010 Perşembe

işler yolunda gitmezse iki yanımdakileri yollarım bakışları

seviyordum ne yalan söyliyim, son maçında da farkında olmadan yanındaydık.."Rijkaard istifa" sesleri yankılanırken, kafayı kaldırıp tribünlere bakışı içime oturdu ama her maçın ardından "biz aslında iyi oynadık" demesine de kıl olmuyor değildim..neyse bir rüzgardı geçti..şimdi hep bir ağızdan "Hagi olsun bizim olsun!" ne olursa da olsun..

türk yönetim tekniği

it ite, it kuyruğuna

şimdi efendim, eğitim hayatım boyunca çeşitli yönetim şekilleri dinledim durdum, lakin Türkiye'de geçerli olan yönetim şekli it ite, it kuyruğuna şeklinde yapılanmıştır. iş paslama, köylü kurnazlığı, biliyormuş gibi yapmalar, ukalalıktan ödün vermeden nasıl etliye sütlüye dokunmayabilirimler..bu teknikleri öğrendiniz mi, kariyerinizde önlenemez yükselişler sizleri bekliyor..tabi yalakalıktan ve kişisizlikten de ödün vermeyeceksiniz..
yeni mezun ya da olacak genç insanlar; iş hayatını, şık adam ve bayanları, plazaları, stratejik iş tanımlarını bir halt sanmayın..hepsi siz genç beyinleri asosyal ve hırs küpü yapmaya odaklı saçmalıklardır..uzak durun..nasıl kendi kendimin patronu olurum kafayı buna yorun..

17 Ekim 2010 Pazar

fazlası var eksiği yok

fotoğraf çok iyi..hepsi ayrı telden bakmışlar.."red" kadrosu..

12 Ekim 2010 Salı

sanat

ev hediyesiydi..gri renklerde isli puslu bir liman resmi..yağlıboya...yoktan var edilmiş...
ressamına mesaj attım..ve ne gariptir aslında onun olan birşeyin bende olduğunu söyledim..berlinde yaşayan bir genç kızla, bir sanatçıyla merhabalaşmaktı isteğim..nitekim muaffak oldum da...gerçek sahiplik..sanat..sanatçı olmak..siz parayla ya da hediye olarak birşeyleri elde etseniz, evinizin bir parçası, hergün gözünüzün önünde olsa da aslında sizin değil. sanatçı olmak ve bir eserinin olması böyle birşey sanırım..tıpkı üzerinden yüzyıllar geçse de, sayısız el değiştirse de tabloların, heykellerin, sokaklardaki çeşmelerin, camilerin, köprülerin, Sinan'ın, Da Vinci'nin, Michelangelo'nun olması gibi..

8 Ekim 2010 Cuma

bir şarkı bir fotoğrafı hatırlatırsa...

Konuşmadığımız her ne varsa seninle
Bir damla gözlerimde...
Maalesef hep olacaktır konuşulamayanlar, ne kadar peşinden koşsan da, zamanı yakalamak mümkün olmayacak..Fotoğrafta gördüğünüz tepe Eyüp mezarlığı..sakin kayıklar ve sakin izleyicileri..ve akşamüstü akla gelenler..

5 Ekim 2010 Salı

garip şeyler oluyor???

geçen gün, bir yere girdim, masalar, oturan insanlar..bir masada oturan bir kızı en son 2005'te gördüğüm üniversiteden bir kıza benzettim, baktım değilmiş, kafamı sağa çevirdim kız yan masada oturuyor..peki bu nasıl oluyor???arada bir sizinle dalga geçildiğini hissettiğiniz oluyor mu? biri bizi fena gıdıklıyor ...

1 Ekim 2010 Cuma

Annelikte zirve

Manic Street Preachers'ın yeni albümün adı "postcards from a young man"..isminin şahane bir hikayesi var..
Grubun solistinin çocukken isteyip te gidemediği konserlerin sanatçılarına, annesi ondan habersiz postakartları atarmış ve konseri olan kişiden oğluna postakartı atmalarını ve ufak bir not düşmelerini rica edermiş..Jim Morrison'dan bile kart almış ufaklık..
Anne olmak, çocuğunun zevklerine bu kadar değer vermek, incelik sahibi bir anne olmak... en önemlisi, müthiş değil mi?
Bu arada kartın altında yazan özlü söze dikkat!

Çok aradım zor buldum..

belki inanmayacaksınız ama yaklaşık 10 yıl önce de kafamda bu ayakkabı vardı. Kırmızı 3 şerit, yumuşak ve ince yapılı..Roma'da karşıma çıktı, hadi gel beni al dedi..o sırada ben ona doğru koşuyordum zaten:)
onu bilmem ama ben pek bir mesudum!

26 Eylül 2010 Pazar

Pencerelerden kişilik analizleri..

İtalya, içimde bir uhdesin bundan böyle, haberin ola...

 ‘Paylaşmak’ isteği böyle birşey olsa gerek..henüz ordayken bile karalamalara başladım..söylemem gereken hiçbirşey kalmasın arkamda diye..
6 güne sığar mı bu kadar kendine has bir ülke..sığdığı kadar dedik ama kanımızın son damlasına kadar da savaştık inanın..Rota şöyle sıralanıyor; Roma – Floransa – Pisa – Lucca – La Spezia - Cinque Terre (Riomaggiore ve Manorala) – Cenova – Milano.
Aşk Çeşmesi
Hepsini anlatıcam, tüm hissettiklerim kayıtlı kalsın diye en çok..Unutkanlık göbek adımken, bu 6 günü unutmamalıyım 
Bir heyecan, pır pır çıktık yola..Roma’ya inince güneşli ama fazla yüz vermeyen güzel bir hava karşıladı bizi, güneşli ama serin tam gezmelik..

Vatikan
Roma; tarih kokuyor her yanı, her köşebaşı yeni meydanlara, devasa heykellere çıkıyor..İtalyanlar’ın bence en önemli özellikleri zevk sahibi olmaları..Görsellik nerede var ise orda ince bir zevk hissediyorsunuz. Bir kere çok şıklar, kadınları erkekleri iki dirhem bir çekirdek..İtalyan kesim takım elbise herkeste, topuklu ayakkabılar..Her yer renk renk Vespa..Ve mini Fiat’lar..İtalyanlar küçük araba seviyor, hemen anlaşılıyor. Bizim gibi dev jipleri ile cirit atmıyorlar..Aynı zamanda adları çıkacak kadar var, güzeller gerçekten..Kadınları alımlı ve bakımlı (takıya da bayılıyorlar), erkekler de ‘İtalyan erkeği’ lafını hakediyorlar. Neyse tekrar Roma’ya dönücem..Aşk çeşmesi, İspanyol merdiveleri, biribirinden güzel meydanları, yolda yürüken rastlayabileceğiniz sanatsal aktiviteleri, makarnaları, dondurması, espressosu, şarapları…çok güzel..sokakları, binaları, köprüleri, insanları…Roma’da 3 gün geçirdik, tesadüfen çok iyi bir yerde yemek yedik ama maalesef ismini ve yerini hatırlamıyorum. Roma bize ilk kurşunu attı ve yola çıktık Floransa’ya…

Roma'dan kareler..

Floransa
Ve kalbimin sahibi Floransa..o kadar sevdim ki, simgesini parmağımda taşıyorum hala..Roma tarih ise, Floransa sanat..Öyle incelikli ki her yeri..orda olduğumuz tek bir gün ayda bir kurulan yerel pazarına denk geldik..Takılar, defterler, ikinci el kıyafetler, seramikler..hepsi çok zevkli..kendime yaşlı bir teyzeden ne zamandır istediğim not defterimi aldım..artık ekranlara değil, çantamda hep taşıdığım defterime de karalıyorum..


Henüz Floransa’ya gelmeden bifteklerinin methini duymuş ve mutlaka
“il latini” ye gitmemiz gerektiği öğüdünü almıştık bir arkadaşımızdan..http://www.illatini.com/  İtalya’da restoranlarda Türkiye’den farklı olarak şöyle bir alışkanlık var. 4 kişilik masaya 2 farklı çifti yan yana oturtabiliyorlar. Biz gündüzden rezarvasyonumuzu yaptırdığımız halde, İtalyan kalbur üstü oldukları belli bir çiftle oturduk, pek sevimsizlerdi ama onlar gittikten sonra yeni gelen İtalyan çift pek tatlı ve konuşkanlardı. Milano’da oturduklarını ama hiç sevmediklerini dünyanın en güzel yerinin Venedik olduğunu söylediler bize, bir sonraki gelişinizde muhakkak Venedik’i de görün dediler, onlar da bizim gibi gezmeye bayılan bir çiftti anladığımız, İstanbul’a da 2 kere gelmişler ve akıllarında ne kalmış biliyor musunuz? Sokaklarda anında sıkılıp satılan portakal suyu arabaları..Bunu çok pratik ve güzel bulmuşlar..ne ilginç, bakış açısı işte..

Neyse efendim biftekler pek bir güzel ve kocamandılar…ardından ikram şampanyalar ve yine sert bir içkiye banıp yenen sert hamurlar geldi..Tatlı İtalyanlar’la vedalaşıp ayrıldık ordan..

Floransa bizi cidden sevdi çünkü, tatlı otel sahibemizden sonra Signoria Meydanında başlayan deli yağmurda aldığımız devasa yağmurluklarımızla eğlenirken, tam da o sırada Phil Collins konseri başlamasın mı, bir an gerçekten öyle sandım , yağmur altına sığınmış insanlar, sesi cidden güzel bir sokak şarkıcısıyla hep bir ağızdan şarkılar söyledik. Anlar vardır ya, keşke saklama kaplarında dolabımıza kaldırabilsek dediklerimizden, işte öyle bir saat geçirdik.
Gecenin bitiminde de İtalya ritüeli olan meydana karşı olan cafelerden birinde yeni sevgilimiz espressolarımızı yudumladık ..Floransa beni kalbimden vurdu ama vaktimiz çok kısıtlıydı..

Sabah erkenden 1 saat uzaklıktaki Pisa’ya yola çıktık, (araba kiraladık bu arada, cidden uygun fiyatlara ve çok yer görmek istiyorsanız şiddetle tavsiye edilir, tabi Eris Ramazotti CD’nizi hazırlayın yola çıkmadan..) Pisa küçük bir yer ama aklımızda kuleden çok Senegal’li arkadaşımız kaldı..Şişmanla bizi çok sevdi, bana bir çıngıraklı bileklik hediye etti, arkamızdan da uzun uzun el salladı..Zenciler ve çekik gözlülerin maalesef Avrupa’da ikinci sınıf olmaları fazlaca hissediliyor ve bu da çok üzücü..Pisa’da klasik pozlarımızı verip başımız göğe ermiş vaziyette ayrıldıktan sonra, bir o kadar daha yol yapıp Lucca’ya gittik. Lucca’nın en önemli özelliği şehrin çevresinde örülü surların içinde kurulmuş olması. Kale kapılarından giriveriyorsunuzşehir merkezine. Ve olan oluyor Lucca bize yapıyor sürprinizi, arabayı parkettiğimiz köşede bir sanat galerisi var ve bilin bakalım içeride bizi kim bekliyor…Steve McCurry’nin Afgan Kızı..Yani orijinal fotoğrafçının makinasından gerçek fotoğraf..Koşarak girdik sergiye..Uzun uzun meşhur Afgan kızına bakıp, “seninle de burada karşılaşmak varmış Afgan kızı” diyerek sergiden ayrıldık. Lucca’da toplam 2 saat ancak kalmışızdır muhtemelen Piazza Anfiteatro’da yemeğimizi yedikten sonra La Spezia’ya yola çıktık.

Manarola
Bir Monaco resmi vardır insanın aklında beliren işte La Spezia minik bir Monaco gibi..Sahil, yat limanı, denize bakan büyük apartmanlar..La Spezia’nın özelliği kendisine bağlı bulunan 5 cennet köşesi köyü..Namı diğer “Cinque Terre”. Biz bu köylerden Manarola ve Riomaggiore’yi gördük. Manarola’da da bir gece kaldık. Öyle güzeller ki, ordayken sanki bir film karesindesiniz. Ve inanın fazla romantik yerler..Zaten güneşin batışını izlerken, çevremizdekilerin çoğunun balayı çifti olduklarını fark ettik. Akşamüstü de “Via dell'Amore” da yürüyerek Manarola’ya döndük. Ayrıca aşk yoluna insanlar kilitler asmışlar.Anlamı da aşıkların kilitlenip ayrılmaması..Bu köylere araba ile giriş yapamıyorsunuz, arabanızı park alanlarına bıraktıktan sonra yürüyerek köye girebiliyorsunuz. Köyler arası ulaşım tren yoluyla yapılıyor. Tren yolculukları da 30 saniye falan sürüyor. Ve önemli bir ayrıntı Manarola’da sadece 2 küçük otel var ama bizim gibi oda kiralayan pansiyonları bulabilirseniz şanslısınız. (Hazırlıklı gitmek lazım) Manarola’da deniz ürünlerimizi mideye indirdikten sonra güzel bir uyku çektik.

Sabah ilk hedefimiz Milano iken üstün yol bulma yeteneğimizle kendimizi Cenova’nın içinde buldukCenova büyük bir liman şehri, ve yolları çok karışık ‘Autsrade’sini bulacağız diye kendimizi şehrin tepesinde buluyorduk nerdeyse..Cenova’da durmadan yola devam ettik.

Ve Milano, tatilimizin son mekanıydı..Manarola’dan Milano 4 saate yakın sürdü, bizim için oldukça yorucu geçti..Bir de Milano’da otel bulmak ve şehrin içinde kaybolmak bizi çileden çıkartsa da tatilimizin son günü için sabrımızı zorladık. İtalya’nın her şehrinin ayrı bir havası ve güzelliği olduğuna Milano’yu gördükten sonra birkez daha karar verdik. Milano, çok havalı bir kadın gibi. Çok şık ve güzel..ama burnu havada..her yerde olduğu gibi burada da şehrin ana meydanı olan Duomo katedralinin bulunduğu meydana doğru yola çıktık ama öncesinde oteldeki resepsiyonist çocuğa iyi restoranlardan birini sorduk, bize “Nabucco” yu önerdi. http://www.nabucco.it/

Çünkü bilmediğiniz yerlerde kaçınmanız gereken en önemli şey turistlerin olduğu alanlar..turistik restoranlarda çok baştan sağma ve kötü oluyor her şey..En iyisi şehrin içine doğru bilmediğiniz yerlere gitmek, keşfetmek… bu arada değinmeden geçemeyeceğim bir şey de Milano’da otel fiyatlarının oldukça yüksek ve dengesiz olduğu..Araştırıp gitmek te fayda var..Yine konuyu dağıtmadan Nabucco’dan bahsediyim, cidden oldukça revaçta ve kaliteli bir yerdi ama rezervasyon yapılmalı gitmeden önce..Garsona ne önerdiğini sorduğumuzda Milano usulü pilav yemelisiniz dedi…Ve önümüze bol safranlı sapsarı soslu enfes pilavlarımız geldi..Giderseniz muhakkak deneyin… Bu arada her yediğiniz yemeğin yanına “local wine” için..hem ucuz hem çok lezzetliler..Milano’da bizim kaldığımız günün ertesi gününde Moda haftasının açılışına hazırlanılıyordu. Meşhur eski çarşısı, çarşı dediğime bakmayın oldukça lüks dükkanların olduğu çok şık bir pasaj "Galleria Vittorio Emanuele II"..içerisine bir podyum kuruyorlardı…podyumun bir büyüğü de ana meydana açık havaya kuruluyor..son kez meydanda bir cafeye oturup espressolarımızı söyledik..italya’da tiramisu nasıl olur diye merak ediyorduk fakat hayalkırıklığı oldu..sevmedik…

Milano’da bizi büyüledikten sonra ertesi gün İstanbul’a dönüş günüydü..Herşey bu kadar..İtiraf ediyorum yazıyı kendim için yazdım çünkü bu kadar güzel geçen günlerin tüm ayrıntılarının hafızamın hışmına uğramasını istemedim.

Birkaç notla bitiriyorum artık,

• Maalesef hiç iyi bir pizza yiyemedim
• Roma dondurması bir harika
• Makarnalar her yerde çok lezzetli
• İtalyanlar çok sıcak kanlı ve yardımseverler
• Ve İtalya rüya gibi

* tüm fotolar bu geziye ve bize aittir, sevgiler...